Üstat Necip Fazıl, Sakarya Türküsü'nde
İslam davasına omuz vermek isteyenler için bu davanın kısa bir özetini yapar.
"Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı
düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!.."
![]() |
Mescid-i Aksa |
Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ün fethi ile neticelenecek 25 yıllık yolculuğunda, ismini duyanların titrediği bir coğrafyada değil bir ev, bir döşek sahibi bile olmamıştı. “Efendim! Size bir ev...” diyenlere “Allah’ın evi ayaklar altındayken ben nasıl bir evde kalabilirim” diyerek bu sarp yolun hakikatli bir yolcusunu olduğunu ispat etmişti.
Öyle bir yola çıkmıştı ki Koca Sultan, tebessüm etmeyi adeta kendine haram
kılmıştı. Bir Cuma hutbesinde tebessümün faziletini anlatarak kendine nasihat
etmek isteyen imam efendiye “Bana nasihat ettiniz hocaefendi, ama söyleyin
Allah aşkına, Allah’ın evi ayaklar altındayken ben nasıl tebessüm edebilirim”
diyerek yolun ölçüsünü koyacaktı.
Peki şarkın bu şanlı komutanı bu mihnetli yola çıkmaya, hohlaya hohlaya
aysbergleri eritme niyetine nasıl karar vermişti?
Selahaddin Eyyubi, babası Necmeddin Eyyubi'nin vali olarak görev yaptığı
Baalbek ve Şam’da büyümüş, iyi bir eğitim almıştı. Ata binmede, kılıç
kullanmada ve ok atmada çok iyi olan Selahaddin bunlara çok ilgilenmiyor ilim
tahsil etmeyi ve arkadaşları ile ilmi ve edebi tartışmalar yapmayı seviyordu.
Babasının ısrarıyla, istemeye istemeye amcası Şirkuh’un yanında katıldığı
savaşta dehasını ortaya koymuş hem amcasının hemde Sultan’ın övgülerine mazhar
olmuştu. Artık ordu içinde ismi kahraman olarak anılmaya başlamıştı. Ancak
Selahaddin bütün ısrarlara rağmen orduda kalmayı istememiş ve ilim meclislerine
geri dönmüştü.
Çok sık toplanan bu ilmi meclislerde şiirler okunuyor, ilmi ve edebi
tartışmalar yapılıyordu. Bütün bunların nihayetinde ise değişmeyen tek konu çok
tanıdıktı. “Ne olacak bu İslam aleminin hali, ne olacak bu İslam devletleri”.
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar herkes kendince problemleri sayıyor,
yanlışları anlatıyor, yapılması veya yapılmaması gereken şeyleri anlatıp duruyordu.
Selahaddin Eyyubi’nin babası durumdan çok rahatsızdı ancak oğlunu ikna
edemiyordu. Günler böyle geçip giderken bir akşam yine ilim meclislerinden
birine gitmeye hazırlanan Selahaddin babasıyla karşılaştı. Selamlaşmadan sonra
babası tarihin akışını değiştirecek soruyu Selahaddin’e yöneltti.
“Bu akşam nereyi kurtaracaksınız!”
Can evinden vurulmuştu Selahaddin. Gece boyunca bu soru zihninde büyüyüp
durdu. “Bu akşam nereyi kurtaracaksınız” Evet babası bir hakikati ifade
ediyordu. Sadece konuşuyorlar, bu da onlara tatlı geliyordu. Ama değişen hiç bir
şey yoktu. İslam alemi kan kusmaya, göz yaşı dökmeye devam ediyordu.
İşte bu soru, belkide unutulup gidecek bir ismi, Kudüs’ün fatihi yapacak ve
kıyamete kadar gelecek olan bütün Müminlerin gönlüne ismini yazdıracaktı. Her
Kudüs dendiğinde gözlerde beliren bir damla yaşa, burun kemiklerinde oluşan
sızıya eşlik ettirecekti.
Peki bugün?
Aradan 1000 yıla yakın zaman geçti. Biz yine başladığımız noktaya geldik. Her
akşam bir yerleri kurtarmakla meşgulüz. Halbuki “hohlaya hohlaya aysbergleri
eriteceğiz” demişti Necip Fazıl. İslam alemi ne zaman başlayacak hohlamaya. Mehmet
Akif’in diliyle ne zaman “Hey sıkılmaz, ağlamazsan bari gülmekten utan” diyecek
kendi nefsine. Eski bir marşta Aykut Kuşkaya şöyle sesleniyordu Kudüs meselesi ile alakalı ümmete:
“Bulunmaz mı çare, nedir bu illet,
Böyle hayat sürmek ne büyük zillet.
Müslümanın diyen bu kadar millet,
İslam gözü ile kendine baksa
Esir mi
olurdu Mescid-i Aksa”
Bugün esaretin pençesi bir tık daha sıkıldı. O zaman herkes soruversin kendi nefsine yüksek bir sesle: “Bu akşam nereyi kurtaracaksın?” Durmadan soralım, belki içimizden Selahaddin'ler çıkartırız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder